19 Aralık 2015 Cumartesi

Ekonomik İstikrar Nedir? Neden yakalayamıyoruz?

İstikrar kelime anlamı olarak “Aynı kararda, aynı biçimde sürme, kararlılık, stabilizasyon, denge” gibi anlamlara gelmektedir.
Ekonomik istikrar ise; ekonomik büyümenin uzun yıllar boyu çok fazla aşağı yukarı hareket etmeden sürdürülebilmesi, işsizliğin düşük oranlarda tutulması, fiyat artışlarının, bütçe açığının, borçlanmanın, dış açığın kontrol altında tutulabilmesi ile sağlanacak bir durumu ifade eder.
"Sürdürülebilir Büyüme" için üreterek büyümek şarttır. Bir ülke ekonomisi üretmeden de bir müddet büyüyebilir. Dış malları içerde bol bol tüketerek büyüyebilirsiniz. Dış tasarrufları yasal ya da yasal olmayan yollarla iç piyasaya sokup bir müddet büyüyebilirsiniz. Bir kısım sektörleri özellikle destekleyerek (konut vb) bir müddet büyüyebilirsiniz. Ancak, belli bir dönemde üretim artışının büyüme içindeki payı arttıkça, büyüme; fiyat artışları, bütçe açığı, dış açık gibi sorunlara neden olmaksızın sürdürülebilir bir niteliğe kavuşmaktadır.
Üretime dayalı istikrarlı bir ekonomik büyüme için ise üst perdeden yürütülen para, maliye ve gelir politikalarının senkronize bir uyum içinde olması, piyasa ekonomisinin çalışmasını bozmaması çok önemlidir. Bu da ekonomik yönetimin istikrarlı bir siyasal yönetimle desteklenmesini gerektirir. Siyasal istikrar, ekonomik istikrarı sağlayabilmek için önemli bir gerek şarttır ama gerekli olan tek şart değildir.
Siyasal istikrar, siyasal iktidarın, toplumdan aldığı yetkiyle, yasal düzenlemeleri yapması, ülke yönetimini istikrarlı bir biçimde yürütmesi ve yaptığı işlerde halkın desteğini alması olarak tanımlanabilir.
Siyasal istikrarın tek başına sağlanması, ekonomik istikrarın sağlanması için yeterli değildir. Buna ilave olarak sosyal istikrarın da sağlanması gerekmektedir. (Mahfi Eğilmez)
Sosyal istikrar, bir arada yaşayan toplumun bir arada yaşama duygu ve düşüncesinin yara almadan uzun süre devam ettirilmesinin sağlayacak etkenlerin uygulanabilmesi ile mümkündür. Toplumların bir arada yaşayabilmesini sağlayan temel unsurlar uzlaşma ile belirlenir. Birlikte yaşama sanatı olarak da adlandırılan bu unsurlar bütünü, yönetim biliminin 21. Yüzyıl için olmazsa olmaz gördüğü başarı kriterleridir. Ekonomik, sosyal, siyasal sınırların ortadan kalktığı bu iletişim çağında toplumları bir arada tutak klişe değerlerin çok ötesine geçip “Uzlaşma” yöntemini uygulamak zorundayız. Uzlaşmanın da çok sayıda yolu var elbette. Amacımız ekonomik istikrar ise, uzun süre toplumu bir arada uyumlu olarak yaşamaya adapte edecek değerler ortaya koymak gerekir. Zorla, zorbalıkla bu biraradalık istikrar için yeterli olmayabilir.
Öyleyse, ekonomik istikrar için öncelikle siyasal ve sosyal istikrarı birlikte sağlamalıyız. Bunlardan birisindeki eksiklik bizim ekonomik istikrarı yakalayamayışımızda etkili oluyor olabilir.
Bunlara ek olarak, siyasal ve sosyal istikrarını sağlamış bir ekonomide, ekonomik istikrar için de olmazsa olmazlar vardır. Nedir bunlar?
Normal şartlar altında, rekabetçi bir piyasa ekonomisinde çok fazla düzenleme olmaması gerekir. Eğer, piyasa ekonomisi sürekli olarak aksıyorsa ve tam rekabet piyasasının şartlarını oluşturamıyorsak, bu amacın dışına çıkmamak koşuluyla ve geçici nitelikte bir kısım düzenlemeler yapılabilir.
Bunların en başında asimetrik bilgi dağılımını minimize etmek gelir. Mesela, bir rant getirecek imar planından tüm ekonomik aktörlerin haberdar olmaması ekonominin rekabetle işleyişini bozar. Konut müteahhitleri arasında bir kısmına arazi tahsisi yapıp maliyet avantajı sağlıyorsanız sektörün kalanındaki rekabete dayalı işleyişi bozarsınız. Düzenleme yapayım derken göz çıkarabilirsiniz.
Siyasal rakip, sosyal rakip olabilir ama, ekonomik rekabetle bunlar asla birbirine karıştırılmamalıdır. Ekonomik rekabet ve üstünlükler siyasal ve sosyal alanda nasıl asla kullanılmamalı (siyasi ekonomik kararlar veya zenginlerin medyası örneği) ise, aynen öyle de siyasal veya sosyal üstünlük alanları asla ekonomik rekabet üzerinde kullanılmamalıdır.

6 Aralık 2015 Pazar

Yabancı Para Mevduatta İlginç Hareketlilik

Piyasalardaki sıkışıklık hepimizi tedirgin ediyor. Piyasaları takip edip önceden olabilecekleri kestirmeye çalışıyoruz. Piyasanın büyük oyuncuları bu takibi çok daha iyi yapabilirler. Onlar bu aralar ne yapıyor dersiniz…
Teknik takibe aldığım bir kısım kalemleri birleştirerek çıkardığım sonuçları sizinle paylaşıyorum.
İlk veri BDDK’dan (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu): Aşağıdaki grafikten de görüleceği gibi son 2 ay içinde özellikle yabancı para mevduatı ciddi düşüş göstermiş.

Daha detaylı baktığımızda, aşağıdaki tablodan görüleceği gibi, 02.10.2015 tarihinde özel ve kamu bankalarındaki Türk Lirası ve yabancı para mevduat tutarları toplamda %3,2 oranında düşmüş. Bu düşüşte yabancı para mevduatının etkisi %5,74’lük düşüşle TP’ye göre neredeyse 5 kat fazla olmuş. Yabancı para son iki aydır bir yere mi gidiyor? Bu gidiş seçimden sonra hala neden devam ediyor?

Bunlarla beraber TCMB (Merkez Bankası) döviz kuru verilerine bakıyorum.
01.10.2015 de Euro alış 3,39 TL ve USD alış 3,02 TL seviyesinde. 26.11.2015 tarihinde ise Euro alış 3,06 TL ve USD alış 2,88 TL seviyesinde. Son iki ayda döviz kurunda Euro alış için %10 ve USD alış için %5 seviyesinde düşüş yaşanmış.
Döviz satışı arttıkça döviz kuru düşmesi iktisat politikalarına da uygun bir hareket.
Biraz daha derinlemesine bakınca bir şey daha görüyoruz, Türkiye Bankacılık Sektörünün yırt dışı bankalara olan borcu 02.10.2015 tarihinden bu yana 22 Milyar TL düşmüş, yani Türk bankacılık sektörü dış piyasadan daha önce aldıkları borcu bu dönem ödemişler. Hem de 10. Ayda daha fazla… Kurlar yüksekken döviz borcu ödemek biraz garip değil mi? Ancak, TCMB verilerine göre bankacılık sektörünün dış borçları 15 Milyar TL artmış. Yani Türk bankaları dış bankalara borç ödeyip başka kanallardan daha fazla borçlanmışlar.
Piyasayı bu veriler ışığında tekrar değerlendirecek olursak; ciddi bir döviz mevduatı çıkışı var, önemli kısmı büyük aktörlerce gerçekleştiriliyor, Eylül ayının ilk günlerinde başlayan döviz çıkış hareketi seçimlerden sonra da sürüyor.
Özetlersek:
1-      TL ve Döviz mevduatı tutarları düşüyor
2-      Döviz mevduatı tutarı daha hızlı düşüyor
3-      Tasarruflarımız eriyor
4-      Döviz kuru düşüyor
5-      Bankacılık sektörü yurt dışı bankalara borçlarını ödüyor
6-      Bankacılık sektörü dış bankalar dışında dışarıdan borçlanıyor
7-      TL değer kazanıyor
8-      İhracatçımız zarar görüyor
9-      İhracatta düşüş sürüyor
10-  İthalatta da düşüş sürüyor
11-  TCMB döviz rezervi düşüyor
12-  Ödemeler dengesinde kaynağı belirsiz ciddi para girişi var
Öyleyse şunları söyleyebiliriz:
Ekonomide iki ay önceden bizim öngöremediğimiz, başkalarının öngörebildiği bir döviz mevduatı çıkışı söz konusu. Dövizin sahibi yurt içi veya yurt dışı yatırımcılar ise, her ikisi de dövizde ve de bankalarda kalmamayı tercih etmiş görünüyorlar. Para ya ceplerinde duruyor, ya da dış borç ödüyorlar. Yani risk azaltıyor ya da fırsat kolluyorlar. Biz de dikkat edelim.



13 Kasım 2015 Cuma

Küçük İşletmeler İçin Kriz Rehberi

Seçim sonrası, ürkek ürkek de olsa, içimizden gelen sesler dışarı vurulmaya başlandı. Hani diyor ya bitanesi, yüze vurur ifadesi, bitanesi…
Şu firmanın durumu vahimmiş, ötekinin ise vay haline… Yok efendim, bu taraftaki fabrikada ise üretim durmak üzereymiş falan, filan. Kriz cümleleri yani… Kulak asmamak lazım bence. Korkunun ecele faydası yok. Hazırlıklı olmak lazım. Ticarette kazanmak da var, kaybetmek de.
Bizde işletmelerin %90’ı kobi ölçeğinde küçük şirketlerdir. Ülkenin önde gelen sanayi ve ticaret devleri için kriz ne ifade ediyorsa bir mahalle bakkalı için de aynı şeyi ifade eder. Para girişiniz para çıkışınızı karşılayamıyorsa krize yolculuk başlamıştır.  
 “Para dönmüyor pirim!” şeklindeki muhteşem piyasa analizlerinin yanı sıra “hele bir seçim geçsin bakalım” dua ve niyazlarını çok sık duyduk son 2-3 ayda. Oysa doğru olan gidişatı tarafsız olarak okuyup, basiretli bir tacir gibi davranmaktı.
Olur ya, yine de böyle bir kriz ihtimali hissedeniniz varsa, işe yarayacağını düşündüğüm bir iki kurtuluş reçetesi sunmak isterim.
Aldığınız hammaddeyi, ara malını ya da ticari malı hangi vadede paraya çevirebiliyorsanız – kimi işletme için 1 hafta, kimisi için 1 ay, kiminde 6 ay, kiminde ise 1 yıl olabilir – o süreyle sınırlı olarak para giriş çıkışınızı karşılaştırın. En az bu sürenin 3 katı kadar daha “bugünkü şartlar değişmeyecekmiş gibi varsayarak” simülasyon yapın. Ne kadar para alacaksınız, ne kadar para vereceksiniz. Ekonomi literatüründe “Nakit Akışları” dediğimiz husus.
Aradaki fark, pozitif ise kriz size vız gelir. Siz krizleri fırsatlara çevirebilecek “Fırsatçı Şirket” yapısındasınız.
Yok eğer aradaki fark negatif ise o zaman farkın büyüklüğüne bakın. Aradaki fark, sahip olduğunuz ve rahatlıkla paraya çevirebileceğiniz (burada kesinlikle banka kredilerini dikkate almayın) varlıklarınızdan az ise, yine krizden korkmanıza doğrudan bir neden yok. Siz krizlerde ayakta kalabilecek “Sağlam Şirket” statüsündesiniz.
Aradaki fark negatif ve ise, sahip olduğunuz ve rahatlıkla paraya çevirebileceğiniz (burada kesinlikle banka kredilerini dikkate almayın) varlıklarınızdan fazla ise, sakin olun, tedbir alın. Siz krizde yok olmaya aday “Kaygan Şirket” konumundasınız.
Fırsatçı Şirketlerin, kriz yaklaşırken ve kriz zamanında, doğrudan sermaye kullanımı gerektiren, geri dönüşü ekonomik krizden etkilenebilecek türde hiç bir yatırıma girmemeleri doğru olacaktır. Krizi fırsata çevireyim derken kriz ortamını da olumsuz yönde desteklemiş olurlar. Oysa, krizde olan işletmelerin kısa vadeli beklenti olmaksızın satın alınması, kısa vadeli borçların bir kısmının erken ödenmesi, krizde olan sektörün başarılı firmalarıyla ortaklıklar yapılması gibi sermayeyi hareketlendirecek yatırımlar yapılması, hem yeni fırsatlar ortaya çıkaracak, hem de piyasanın herkesi etkileyen kriz dalgalarını hafifletecektir.
Sağlam Şirketler ise, sahip oldukları varlıkları, krizden önce, yani henüz değerleri yerindeyken nakde dönüştürmeleri yerinde olacaktır. Kısa vadeli tüm ödemelerini karşılayabilmelidirler. Krizi başlatan etkenleri tam ortaya koymak mümkün olmayabilir, ancak, krizi derinleştiren etken tam da bu Sağlam Şirketlerdir aslında. Kolaylıkla varlıklarını nakde çevirme imkanı varken, bundan geri dururlar. Son ana kadar dayanır beklerler. Bıçak kemiğe dayanınca harekete geçerler ama o zaman da iş işten geçmiş olur. Oysa, ilk sinyaller alındığında varlıklarını satabilselerdi, krizden etkilenmeden çıkabilirlerdi. Bu davranışlarıyla kendileri kaybedip piyasayı da olumsuz olarak etkilerler.
Kaygan Şirketlere gelince, kaçınılmaz sonu kabullenmek en karlı seçenek gibi görünüyor. Kriz öncesi dönemdeki başarılı performansı sürdürmenin tek yolu taze nakit girişidir. Bunun yolu olarak bir bankayı tercih etmek açıkça intihar olacaktır. Onun yerine, belki de yılların emeğiyle bugünlere getirdiğiniz işletmenizin değerinden yüklüce fedakarlık ederek ortaklıklar kurmanız gerekecektir. Diğer bir alternatif ise geç olmadan küçülme kararı almak, nakit dengesini kurmaya yetecek kadar bazı uzuvlardan vazgeçmek olacaktır. Kangrenin yayılmasını önlemek gibi düşünün…

Evet, esnafın ödeme performansına vurur ifadesi… bitanesi… Tüccar, sanayici, iş adamı olan sizsiniz. Piyasayı koklayın, kendiniz yoklayın ve basiretli bir tacir gibi davranın.

25 Ekim 2015 Pazar

Borçlanma Aritmetiği

Borç yiğidin kamçısıymış. Gün gelir, yiğitlere de kamçı gerekir diyor yani atalarımız.
Borçlu ölmemek de gerek tabi.
Yiğitleri, alperenleri, önderleri, liderleri, efeleri, ağaları, reisleri, şeyhleri ile şahlanan Anadolumuzun borç yükü gerçekten de tam bir kamçı gibi.
Harcamalarınızın tutarından daha az geliriniz varsa tek çareniz borçlanmaktır. Ya vadeli alış yaparsınız, ya da bir yerden para borç alırsınız.
Kişiler borçlanabildiği gibi, devletler de borçlanabilir. Kişiler borçlanınca, yer içer gezerler ve borç çocuklarına ya da varislerine kalır; tabii eğer mirası kabul ederlerse. Devletler borçlanınca, icraat yapar, hüküm sürerler ve borç yükü sonraki neslin seçmenlerine kalır; mirası reddetme lüksü burada yok elbette.
Borçlanma yapıldığı dönemde para bollaşır, başkasının parası artık sizdedir, refah içinde görünürsünüz. Ekonomik durumunuz şaşalı görünür, altınızda makam araçlarıyla dolaşırsınız. Arkadaşlarla yemeğe gidince parasını büyük bir onurla siz ödersiniz. Borçların ödenme zamanı gelince… o başkaları, bu sefer paralarını ister, o zamana kadar yemeden, içmeden, gezmeden, lüksten kısıp biriktirmediyseniz o borcu ödeyemezsiniz. Kişi olarak borçlandıysanız rezil olursunuz, Devlet olarak borçlandıysanız, iflası çekersiniz.
Basit bir denklem;
Bu yıl hesapladığınız masraflarınız 1.000.000 TL. Bu yıl gelirleriniz 800.000 TL. 200.000 TL 1 yıl vadeli borç aldınız. Bu durumda 1.000.000 TL olan masraflarınızı karşıladınız demektir. Gelecek yıl masraflarınız yine 1.000.000 TL, geliriniz yine 800.000 TL, ödeyeceğiniz borcunuz 200.000 TL. Bu durumda 400.000 TL borç gerekiyor, ve bunu da buldunuz, 400.000 TL 1 yıl vadeli borç aldınız. Sonraki yıl masraflar 1.000.000 TL, Gelir 800.000 TL, ödenecek borç 400.000 TL, borçlanma ihtiyacı 600.000 TL.
Bu borç artarak devam eder gider. Bu gidişi durdurmak için masraflardan kısmak ya da gelirleri arttırmak zorundasınız.
Ama sihirli bir yol var, bunu sizinle gizli gizli paylaşayım.
Kimseye söylemek yok, tamam mı?!
Borcun vadesini uzatın. Mesela 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl vadeli borç alın.
Siz aldığınız borçla, yiyin, için, gezin, dağıtın, hayır yapın… borcun vadesi geldiğinde o zaman hayatta olanlar düşünsün, size ne!
Mesela, şahsınızın veya devletin yıllardır ortaya koyduğu mücadele sonucu edindiği itibarı kullanarak 2020, 2021, 2024, 2033, 2040, 2043, 2045 yıllarına kadar vadeli borçlanma yapın. Ev, araba, ihtiyaç kredisi, borç para alın. Uzun vadeli borçlandığınız için mevcuttaki aile fertleriniz, seçmenleriniz sizi alkışlasın. Torunlarınız ve de 2040’taki seçmenler ne der bilemem artık!
Bu sihirli yolu kullanan başkaları da var diye duyumlar aldım, ama araştırmak için pek fırsatım olmadı. Kendi borçlarımı düşündüm, evet galiba ben de bu yöntemi yıllardır uyguluyormuşum, ama bankalar uyandılar artık, maalesef bana kredi vermiyorlar. Benim torunlar kurtuldu gibi. Geçenlerde sözüne itibar ettiğim bir arkadaşım, “devlet bu sihirli yolu çoktan keşfetti, Hazine Müsteşarlığının web sitesine gir bak, borçlanmaları ve vadelerini görürsün” dedi. Ben çok yoğunum, bu işi de siz yapın artık.

Şirketimizi Büyütmek! Ama Nasıl?

Kim istemez!
Yıllarca emek verip her bir metrekaresi için alın teri döktüğümüz, iğne ile kuyu kazar gibi, her günü ve gecesiyle ızdırabını duya duya bu hallere getirdiğimiz, uykusuz, dinlenmeksizin fedakarlıklarla süslediğimiz, daha da önemlisi “ekmek yediğimiz” teknelerimizi daha da büyütmeyi…
Bir de piyasa koşulları zorlamaz mı her geçen gün… büyüme baskısını hissetmemek mümkün mü piyasada… Büyümelisiniz ki birim maliyetleriniz küçülsün, satış miktarlarınız artsın, karlılığınız yükselsin, pazarda bilinirliğiniz artsın, yurtdışına da göz kırpabilesiniz, teşviklerden daha fazla yararlanabilesiniz, finans bulma imkanlarınız iyileşsin… vs. vs.  
Başınıza gelmiştir; bir telefon…
Yurt dışından bir yatırımcının temsilcisi arıyor…
Bize en az şu kadar ürün lazım, sizde var mı?
Cevap: biz o ürünün alasını üretiyoruz, ama…
Evet, ama, o miktarda ürün nerdeee…!
Kaçtı bir fırsat daha…! Hayallerde tülleniverir “Büyümek” hemen.
Peki ya büyütmek isterken uzun yıllar emek harcayarak kurduğumuz işleyen düzene zarar verirsek… o zaman hüzün pişmanlıkla kol kola girmez mi? Büyük planlar yaparak, sadece bugün değil gelecekte de gelir elde edebilmenin planlarını yapmaya hazırsanız, doğru yol haritasıyla mevcut işinize zarar vermeden büyüyebilirsiniz.
Önce kendimizi tanıyalım. Şirketlerimiz teknik dilde “Aile şirketleri” olarak adlandırılacak niteliktedir. Sadece Türkiye’de değil dünyada da dördüncü nesile ulaşabilmiş aile şirketlerinin sayısı parmakla gösterilebilecek kadar azdır. Aile şirketlerinin 3.kuşağa ulaşma oranı ise yüzde 10 civarında ve ömürleri ise sadece 25 ile 30 yılla sınırlı kalmaktadır.
Aile şirketleri iki şekilde büyüyebilir:
1-      Aile şirketi olarak kalarak
2-     Kurumsallaşarak
Aile Şirketi, hisselerin ya da oy haklarının çoğunluğunun şirketi kuran ya da satın alan kişi ya da bir aile veya akrabalara ait olduğu, halka açık şirketlerde ise: şirketi kuran veya satın alan kişinin (ya da ailelerin) oy haklarının en az %25’ine sahip olduğu ve aileden en az bir kişinin şirket yönetim kurulunda görev aldığı şirketlerdir.
İlk neslim emek ve gayretiyle ortaya çıkan bazı aile şirketleri sahip olunan “yaşam tarzını” sürdürmek için kurulmuş olan şirketlerdir. Eğer şirket aile fertlerine rahat bir yaşam sunabilecek bir gelir getiriyorsa amacına ulaşıyor demektir. Aile şirketleri global gayri safi hasılanın yılda %70 ila %90’ını yaratıyorlar ve dünyadaki şirketlerin %75’e yakını aile şirketi. Aile ya da aileler tarafından kontrol edilen kayıtlı şirketlerin oranı Avrupa Birliği’nde %50, ABD’de ise %95’in üzerinde. Ülkemizde bazı büyük ölçekli şirketler bile hala “aile şirketi” niteliğinden kurtulabilmiş değil. Ülkemiz ekonomisinin %95’ini aile şirketleri oluşturmakta. (Kaynak PWC)
Bir aile şirketinde, aile bireyleri arasında normalin ötesinde bir çatışma varsa, bu tartışmalar şirketin performansını etkileyecektir. Diğer taraftan eğer aile içi ilişkiler sağlıklıysa şirketin sağlıklı ve kalıcı olması sağlanabilecektir.
Bir aile şirketiysek ve büyümek istiyorsak bu gerçekleri göz ardı etmemeliyiz. Aile şirketi olarak kalarak büyümek de mümkün, ama kolay değil. Ağaçlar sonsuza kadar gökyüzüne doğru büyüyemez, şirketler de sonsuza kadar büyüyüp gelir getiremez. (Peter Drucker)
Bir aile şirketinin büyümesini sağlayacak ikinci ve en kalıcı çözüm: Kurumsallaşma… neler yapabiliriz?
  • Şirketin, aile ilişkileri dışında ayrı bir kişiliği olduğu kabullenilerek yola çıkılabilir.
  • Dışarıdan profesyonel yönetici desteği alınabilir.
  • İş görevler tanımlanarak adama göre iş değil, işe göre adam çalıştırılabilir.
  • İşletme içi kurallar ve yönergeler belirlenebilir.
  • Bir çalışan ya da bir yöneticinin yokluğunda işlerin aksamadığı bir sistem oluşturulabilir.
  • Kısa-orta-uzun vadeli planlar, stratejiler geliştirilebilir, hedefler belirlenebilir.
  • Yetkiler ve sorumluluklar sınırlandırılabilir ve paylaşılabilir.
  • Nihai kararlar yetki ve sorumluluklar dahilinde istişare ile alınabilir. Kollektif çalışma ruhu desteklenebilir.
  • Şirketimiz kurumsallaştıkça aile içi ilişkilerimizin de bir bakıma kurumsallaşması temin edilebilir. (Aile anayasaları)
Kurumsallaşma için daha detaylı çalışmaları paylaşmak ümidiyle…

Büyüyen İşletmelerde Kontrol Sorunu

İşletme sahipleri olarak önemli bir sorunumuz var: büyümek istedikçe, kendi şirketimizin kontrolünü bir türlü istediğimiz seviyede sağlayamıyoruz.
Bunun bir yolu yok mu?
Var tabi. “İşletme Çapında Otokontrol”
İşletmeler açısından otokontrol, çalışanların ve yöneticilerin, yürüttükleri faaliyetlerin ve aldıkları kararların, işletmeler hedefiyle ve kurallarıyla ne derece uyumlu olduğunu kendilerinin değerlendirerek bir sonuca varmaları ve bu sonuç doğrultusunda kendilerini yönlendirmeleri olarak tanımlanabilir. 
İşletmelerin ne zaman “otokontrol/kendini kontrol etme” isteği duyacağı veya bu isteğin ne zaman zayıflayacağı ve bu isteği karşılamak üzere yürüttüğü faaliyetlerin ölçeğinin ne olacağı bu işletmelerin büyüklüğü/karmaşıklığı ile ilişkilidir. Ancak, tahmin edildiği şekilde doğru orantılı değil ters orantılı olarak ilişkilidir. Şöyle ki;
İşletmelerde 3 taraftan söz edebiliriz:
·         Patron
·         Yönetici
·         Çalışanlar
Patron, işletmenin denetiminden kolay kolay vazgeçmez. İşletme büyüse de küçülse de o hep yöneticileri ve çalışanları denetlemek isteyecektir. Ancak, İşletmeler büyüdükçe, çalışanlar ve yöneticiler otokontrol için daha az istekli olacak ve mevcut otokontrollerin işletilmesindeki etkinlik düzeyi de zayıflayacaktır. 
Otokontrollerin işletilmesindeki etkinlik düzeyinin düşmesinin nedenlerini daha açık ortaya koyabilmek için, işletmeler içinde otokontrolün patronlar dışında kimler aracılığıyla yerine getirilebileceğine bakalım:
·         Kazanç ve performans dürtüsünün yön verdiği kurucular, pay sahipleri ve üst düzey yöneticiler tarafından gerçekleştirilen,
·         Başarı ve terfi dürtüsünün yön verdiği çalışanlar tarafından gerçekleştirilen,
·         İşletme kültürünün bir parçası olarak tüm çalışanlar ve karar alıcılar tarafından gerçekleştirilen,
Yöneticilerden beklenen otokontrolde, işletmelerin boyutu büyüdükçe işletmenin kazancı ve performansı ile yöneticilerin kazanç ve performansı arasındaki doğrudan ilişkinin tespit edilebilirliği zayıfladığı için, yöneticiler işletme çapında otokontrolden kaçınacak, kişisel otokontrol mekanizmalarına sığınacaklardır. İşletmenin karlılığına değil, kendi çalışkanlıklarına sürekli vurgu yapacaklardır. Nasıl olsa işletme bir şekilde hayatını ve karlılığını sürdürebilmektedir.
Çalışanlardan beklenen otokontrolde, başarıları izleyen ve terfilere karar veren yöneticilerin, sayısı artan çalışanlar üzerindeki izleme hâkimiyetinin zayıflaması neticesinde, başarı kıstaslarının işletme hedef ve kurallarıyla kurulması gereken doğrudan bağlantısı zayıflayabilecek, bunun neticesinde de söz konusu kontrol işletme çapında bir otokontrol olmaktan çıkacak ve kişisel bir otokontrole dönüşebilecektir.
İşletmenin bütününün otokontrolü ise, yöneticiler ve çalışanların otokontrollerinde ortaya çıkacak bir zafiyetle doğrudan zarar görecek ve tüm çalışan ve karar vericilerin kendi çıkarlarına yönelmesi ve işletme çapında bir otokontrol uygulamak yerine kişisel otokontroller uygulamalarına neden olacaktır.
İşletme çapında otokontrolün bu şekilde yitip gitmesi elbette ki istenmeyecektir. Çünkü işletme çapında otokontrolün varlığı ve etkinliği bir işletmenin risk önleme maliyetlerinin minimize edilmesine, işletmenin ölçeği büyüdükçe daha yüksek oranda yardım edecektir.  

İşletme çapında otokontrol eksikliğinin hissedilmeye başlandığı durumlarda işletmelerin sahipleri, yöneticileri ve çalışanlarından bağımsız bir “denetim” mekanizmasının kurulmasını ve çalıştırılmasını önerebiliriz. Bunun adı “İç Denetim” olabilir, “İç Kontrol” olabilir, “Risk Yönetimi” olabilir. Çok basit bir özetle; işletme çapında ortak kurallar belirleyip bu kurallara uyulup uyulmadığının takip sorumluluğunu da patron dışında bir çalışan grubuna vermek… dile kolay ama uygulamada zor bir yöntem. Büyük şirketlerin web sitelerine girip iç denetim birimlerini sorgulayın. Sürprizle karşılaşacaksınız.

22 Eylül 2015 Salı

YATIRIM FIRSATLARI (1)

Neredeyse her gün aynı soruya birkaç kez muhatap oluyorum: “Neye yatırım yapalım?”
Çoğu zaman aşık olunacak dilber yanıbaşınızdadır da gözünüz onu görmez. Ufka diktiğiniz gözlerle sevgiliyi arar durursunuz. Memleketimin ahvalini biraz böyle görüyorum.
Yatırım için neler gerekir diye sorsak ve buna verdiğimiz cevaplardan yola çıkarak güzel şehrimizde neye yatırım yapabileceğimizi sorgulasak diyorum.
Yatırım için neler gerekir?
Önce bir “Girişimci” lazım.
Bir mal veya hizmete zaman, mekan veya fayda bakımından değer katacak bir proje lazım.
Mal veya hizmeti üretim maliyetlerinin, hammaddelerin, ara ürünlerin ucuza temin edilebilmesi lazım.
Sonra “Sermaye”…
Projenin hayata geçirilmesi, uygulamaya konulması için yönetici ve çalışanlar lazım.
Değer katılmış mal veya hizmeti karlı fiyattan satacak Pazar lazım.
Pazara çıkıp bu mal veya hizmeti satmak lazım…
Şimdi yukarıda saydıklarımızı tek tek analiz edelim. Bu memlekette girişimci var mı? Var. Sermayedar var mı? Var. Henüz aile şirketleri düzeyindeki KOBİ’lerimizin öyle çok fazla profesyonel yönetici eksiği de olmuyor. Çalışan konusunda güzel Şehrimizden destek bulamazsanız, çevre iller hemen imdada yetişiyor zaten.
1-      Peki, “proje” hazırlamak için altyapısı olan yatırım konusu nedir? Hangi konularda Elazığ için üretilmiş yeteri kadar istatistiki veri, testler, analiz sonuçları, fizibiliteler, geçmiş tecrübeler bulabilirsiniz? Ya da, hangi mal veya hizmet için bu verileri sıfırdan oluşturabilirsiniz? Bunlara verdiğiniz cevapları not edin.
2-      Ucuza mal etme konusuna gelince; öyle mal ve hizmetler düşünün ki, toprak, su ve hava kanalıyla üretilsin. Bu topraklara Allah Vergisi olsun. Bol bulunsun ya da kolaylıkla bollaştırılabilsin. Bunlara verdiğiniz cevapları da not edin.
3-      Şehrimizde ya da dışarda pazarı olan mal ve hizmetleri bulalım şimdi. Projelendirme ve maliyetlerle ilgili sorulara verdiğiniz cevaplardaki mal ve hizmetlerden hangilerine ilimiz içinde veya dışında iyi bir pazar var? Karlı bir fiyattan satışa sunmak mümkün mü? Bunlara verdiğiniz cevapları da not edin.
4-      Son olarak, pazarının var olduğunu tespit ettiğiniz mal ve hizmetlerden hangilerini nakledebilecek, satabilecek, satış sonrasını destekleyebilecek imkanlar var? Bunlara verdiğiniz cevapları da not edin.
Evet, yukarıdaki dört paragraftaki sorulara verdiğiniz cevapları alt alta yazın, dördünde de var olan bir mal veya hizmet varsa, işte “Neye yatırım yapalım?” sorusunun cevabını buldunuz demektir.
Ben kendi cevaplarımı sıralayayım:
İlk soru için; yer altı kaynakları, su ürünleri, tarımsal üretim, hayvansal üretim, süt, yumurta, işlenmiş et ürünleri, işlenmiş süt ürünleri, işlenmiş meyve ve sebze, dericilik, plastik, yapı malzemeleri, tarım makineleri imalatı, un, gübre, yem…
İkinci soru için; et, süt, yumurta, krom, mermer, bakır, kurşun, çinko, demir, manganez, şelit, florit, kireçtaşı, biber, kayısı, üzüm, kiraz, elma, vişne, dut, alabalık, kerevit, peynir, yoğurt, ayran, yağ, bal, işlenmiş et ürünleri, işlenmiş meyve, pestil, orcik, pekmez, lojistik, nakliye, depolama…     
Üçüncü soru için; hayvansal ürünler, tarımsal ürünler, madenler, su ürünleri, işlenmiş meyve ve sebzeler, işlenmiş et ve süt ürünleri
Dördüncü soru için; hayvansal ürünler, tarımsal ürünler, madenler, su ürünleri, işlenmiş meyve ve sebzeler, işlenmiş et ve süt ürünleri, madenler
Bu cevaplardan yola çıkarsam benim seçeceğim öncelikli yatırım konuları:
Lojistik, depolama, meyve sebze üretimi, meyve sebze işleme, küçük ve büyük baş hayvancılık, et-süt işleme, yumurta, maden üretimi-işleme, su ürünleri üretimi-işleme…
Helva yapacaksam önce un, yağ, şeker varmı, ona bakmalı değilmiyiz…

Elazığ Şehir Gazetesi - 17/09/2015 - Serkan GÜL 




11 Eylül 2015 Cuma

GİRİŞİMCİ Mİ ÇALIŞAN MI?

Yıllar sonra memleketime dönüş niyetim somutlaşmaya başlayınca kısa bir ziyaret gerçekleştirmiştim. Damla Hastanesi hala isim değiştirmemiş, Misland olanca ihtişamıyla şehrin girişindeki yamacı süslüyordu.
Hayal kurmak ile gerçekleri yaşamak çok farklıdır. Bunlar benim için hayal değil apaçık gerçeklerdi. Bu şehirde cevher var diye düşündüm içimden. Hayvancılık İhtisas Organize Sanayi Bölgesini de duyunca kararım iyice kesinleşti.
Girişimcilik hayalleri Elazığ’da gerçeğe dönüşüyordu. Bir de dinlediklerim vardı ki; Keban Plastik gibi…
Bir şehrin kalkınmasında rol alacak en önemli aktör “Girişimci”dir. Sermaye ve işgücü önem olarak sonra gelir. Girişimci, sermayeyi ve işgücünü canlandırır, faydalı hale getirir.
İnsanlar yaşamlarını sürdürecek kadar gelir elde etmek dururken farklı fikirlerle daha fazla çalışmak, elindeki sermayesini yeni bir işe yatırmak, riske girmek, iş geliştirmek, marka olmak, resmi prosedürlerle boğuşmak, başka insanları iş sahibi yapmak vs üzerinde fazla kafa yormazlar. Az bulunur böyleleri. Ama bu şehirde bu güzel insanlardan önce yeteri kadar olduğunu sonra ise bolca bulunduğunu farkettim.
Nedenini başka bir yazımızda sorgulayacağımız hazır bir sermaye birikimi göze çarpıyor bu memlekette. Girişimci derseniz, istemediğiniz kadar ve her konuda yatırıma hazır, sürekli araştırma içindeler.
Salça üretimimiz var, Yazılım ihracatı yapıyoruz, sucuk, kavurma markamız var, yorgan imalatı yapıyoruz, stor perde imalatımız var, sünger imal edip bölgeye satıyoruz, ofis mobilyası imal edip ülkeye satıyoruz, plastik boru imal edip satıyoruz, makine imalatı yapan firmalarımız var, yalıtım malzemelerimiz burada imal edilebiliyor, mermer hak getire, vişne marmelatı satan imalatçımız var, ayran markalarımız artıyor, ferforje üzerine büyük imalatçılarımız var, cam süslemede dışa muhtaç değiliz… peki sorun nerede?
Kalkınma için gerekli en önemli aktöre fazlasıyla sahibiz. Ve bu kişiler sadece hayal kurmakla kalmıyor, yatırımları bir bir gerçekleştiriyor. Bu güzel yatırımların fizibilitelerinde en ufak bir sorun görülmüyor. Kazançlı ve sürdürülebilir yatırımlar. Peki ya neden bu güzel şehrin ekonomik refahının artmasında bu girişimler yeterli olmuyor? Neden girişimcilerimiz hep dertli?
Girişimcilerden yükselen bir çok serzenişin arasında dikkatimi çeken ortak bir ses var; “Çalışmak için yeterli insan kaynağı bulamıyoruz.” İnsan kaynakları konusunda tespit ettikleri sorunları, eksikleri benimle paylaştıklarında acı gerçeklerle karşılaşıyorum.
İlk dikkatimi çeken, çevre illerden gelip de bu yatırımlar içinde kendine iş bulabilen ve istikrarlı olarak çalışan insanların sayısı yerel çalışanlardan hiç de az değil. Şehrin sakinlerinden çalışma hayatına atılmak isteyip de mevcut ücret, mesai, yoğunluk, zorluk koşulları altında çalışmak isteyenlerin sayısı yetersiz.
Anlaşılmaz bir durum var karşımızda. Kahvelerdeki doluluk oranımız pek fena değil. Oralar da iş yapacak tabi ki. Çevrenizde işsiz olup iş arayanların sayısını sorsam eminim hepiniz çok sayıda yakınınızı hatırlayacaksınızdır.
Girişimcilerin sorunlarından birisi de şu: “Çalışanımız işe girmek için uğraşıyor, işe girdikten sonra karşısına çıkan ilk zorlukta işten çıkıyorlar”. Ne kadar doğru bu serzeniş? Araştırmalıyız. İşten ayrılmak, ücretsiz kalmayı göze almak adına işi beğenmemek için çalışanın alternatifleri olmalı. Ya da işverenler diğer illere göre daha zalimane koşullarda işçi çalıştırıyor olmalı.
Yine girişimcilerimizin belirttiği bir diğer sorun: “Çalışmak isteyen birisi işe girdikten sonra patron avantajları talep ediyor. İzinler, mesai gibi konularda karşılanamaz taleplerde bulunuluyor.” Aynı cümleleri burada da söylemek lazım; neden bu esneklikleri talep edebiliyorlar? Her yerde alternatif iş mi var? Ya da işverenlerimiz olumsuz koşullarda işçi mi çalıştırmak istiyorlar?
Ortada bir sorun var, çözümü pek kolay tespit edilecek gibi durmuyor. Gerçeklere bakarsak, çevre illerden gelip bu şehirde düzenli iş bulabiliyorsa insanlar, başımızı ellerimizin arasına koyup bir daha düşünmemiz gerekmez mi?
Bağlarımız, bahçelerimiz dillere destan. Unutmayalım ki Babilin Asma Bahçeleri de öyleymiş. Girişimcilerimiz de çalışanlarımız da bir kez daha oturup düşünmeli. Hatayı kim nerede yapıyorsa, bunun böyle gitmeyeceğini, bölgemizdeki illerin değerlendirdiği fırsatları yıllardır kaçırdığımızı görmeliler.


PARA NEREDE? (3)

“Kapalı Çarşı” bir efsaneydi benim çocukluğumda. Elazığ’ı tarif ederken ilk kullandığım kelimeler arasındaydı. Şimdi düşünüyorum da, çevresindeki şıra meydanı, buğday meydanı vs. ile birlikte şehrin “AVM” siymiş oralar. Ürettiğini satmaya gelen köylünün sabah ilk durağı olan bu alanlardaki esnaf şehrin en şanslı tüccarlarıymış. Alım-satım yapar, bakım-onarım hizmeti verir ciddi gelirler elde ederlermiş.
Şehirde alış ve verişin yapılacağı alanlar o şehrin ekonomisinde paranın yeniden pompalandığı “Kalp” niteliğindedir. Eskiden meydan derdik bu alanlara şimdilerde ise “AVM” diyoruz. Şehir halkının vazgeçilmezlerinin tamamına yakını buralarda satılır ve alınır. Eskiden meydanlar yiyecek-giyecek ağırlıklıyken şimdi AVM’lerde bunlara bir de teknoloji eklendi.
Şehrin gelir kaynakları üzerinde durduk geçen yazımızda. Şimdi de bu gelirin harcanmasındaki detaylara bakalım. Bir gelir kapısı aklımıza gelir belki, belki de bir yol bulur bu paraları şehrimizde daha uzun süre tutmayı sağlayabiliriz;
İnsanlar gelirlerinin bir kısmını mutlaka yiyecek ve giyecek için kullanırlar. En garanti yatırımlardır yiyecek ve giyecek üzerine yapılanlar. Son yıllarda teknoloji de bu mutlaklık içinde kendine yer bulmuş görünüyor. Cep telefonu olmayan birisine ilk tepkimiz sizce nasıl olur…! Evinde televizyonu olmamak! Bilgisayar kullanmayı bilmeyen bir öğrenci…! Vs.
Günlük, haftalık, aylık alışverişlerin çok önemli bir kısmı yiyecek, giyecek ve teknoloji ürünlerine harcanan paralardır. Hane halklarının harcamalarının %20’si gıda, %6’sı giyim, %4’ü haberleşme, %18’i ise ulaştırmaya yapılıyor (Kaynak TÜİK)
Şimdi bu harcamaları şehir esnafına katkısı en az olandan başlayarak ayrıştıralım:
Elektrik, Telefon, İnternet, Tivibu, D-Smart, Doğalgaz gibi harcamalarımız doğrudan şehir dışına çıkan paralardır. Şehirdeki tek bir esnafa dahi gelir olmak nasip olmaksızın kayar gider ilgili kurumların Genel Müdürlüklerinin hesaplarının bulundukları şehirlere.
Son yıllarda kredi borcu ödemeyen yoktur. Ev, araba, düğün borcu derken şimdi de bedelli kredileri eklendi… Kredi ödemelerinin içinde faiz ya da kar payı var ki bu da karşı tarafın yani bankaların geliri olacaktır. Banka müdürleri esnaf olmadığına göre bu harcama da doğrudan şehir dışına çıkan ciddi bir harcama kalemidir.
Şehir halkının önemli bir kısmının kira giderleri var. Bunlar mülk sahiplerinin gelirleri olarak dönüşür ve çok büyük oranda mülk sahibinin banka hesaplarında tasarrufa dönüşür. Yani kısaca doğrudan şehir esnafına bir katkısı çok küçüktür.
Yine önemli bir tutar oluşturan araçlar için yapılan yakıt harcamalarına baktığımızda, istasyon sahibi esnafın geliri olarak % bir kısım şehirde kalır. Gerisi doğrudan şehir dışına akar. Ev ve arabalar için yapılan sigorta harcamaları da aynı.
Ciddi bir harcama kalemi olan araç alışlarından şehre kalan da yine benzer şekilde bayinin karı kadardır.
Teknolojiye yapılan harcamalar da tıpkı araçlar gibi satışı yapan esnafın belli bir oranda geliri olarak şehre girer. Harcamanın büyük kısmı şehri acımasızca terk eder.
Yukarıda geçen başlıklarda şehrimize para kazandırmak için yollar bulmamız çok zordur. Bu harcamalar şehrin gelirini yutan, ekonomisindeki para akışını kesen kalemlerdir.
Yakıt harcamaları dışındaki ulaşım harcamaları kalemine bakalım. Hane halkı gelirinin %18’i buralara gidiyor. İç ulaşım yani minibüs, taksi vs hamdolsun şimdilik yerel esnafça değerlendiriliyor. Dış ulaşımda otogardaki otobüs firmalarının irdelenmesi lazım. Hazar, Murat, Elazığlılar, Lüks Elazığ firmaları hem sayı hem hizmet ağı, hem hizmet kalitesi olarak talebi karşılamalı ki buralara yapılan harcamalar bir müddet daha şehirde kalsın. Hava ulaşımı ve demir yolu ulaşımında şimdilik bu seçeneğimiz de yok.
Sağlık harcamaları da hane halkının ortalama %2’lik gelirini yutuyor. İlaç harcamalarında yerel ilaç üretemeyeceğimiz için şimdilik bu seçenek de dışarda kalıyor ama hastanelerde bir imkan var gibi. Hastanelerin kazançları merkezlerine akar. Yerel hastaneler hizmet kalitelerini ve çeşitlerini öyle ayarlamalı ki sağlık harcamaları da doğrudan şehri terk etmesin.
Eğlence ve kültüre insanlar gelirlerinin ortalama %3’ünü harcıyorlar. AVM’lerde, kafelerde, sinemalarda, tiyatrolarda, park ve bahçelerde vs bu harcamalar yapılıyor. Tatil için, eğlence için şehrin dışına ne kadar çok çıkarsa insanlar o kadar para şehri terk edecektir. İmkanlar sunulmalı ki şehir halkı daha az bir süreyi ve kaynağı şehrin dışındaki eğlencelere ayırsın. AVM istermiyiz, istemezmiyiz bilmem ama, AVM yokken veya seçenekleri yokken insanlar alışverişe Malatya’ya gidiyorsa…!
Bunlar da sınırlı gelir kaydırma seçenekleri olan harcama alanları.
Elimizde ne kaldı dersiniz:
Gıda ve giyim… bir miktar da hizmet… yani eski zamanlara geri döndük gibi. Gıda, giyim, hizmet üretebilir miyiz? Mesela sırtımızı Kayısıya dayayıp Malatya gibi, fıstığa dayayıp Antep gibi, tekstile dayayıp Denizli gibi, pastırma ve sucuğa dayayıp Kayseri gibi, Afyon gibi, tavuğa dayayıp Balıkesir gibi, Büyükbaş hayvancılığa dayayıp Erzurum gibi parayı şehirde daha uzun süre tutabilir miyiz dersiniz?

Toprak var, su var, güneş var, meyve var, sebze var, balık var, koyun-keçi var, sığır-tosun var, tavuk var, ekin var, ot var, çiftçi var… Harput var, Keban var, Sivrice var, Karaçalı var, Kömürhan var, …  biz nereye bakıyoruz?

PARA NEREDE? (2)

Güney çevre yolunu sıklıkla kullanıyorum. Bağlantı yollarının stabilize halini bile sayısız kez kullanmışımdır. Nefes aldı şehrin güney kısımları. Kuzey çevre yolunun yapılacağı duyumları bir kez daha su serpiyor yüreğimize. Bir sorun yumağı daha çözülecek şehrimin…
Peki, insanların, araçların ulaşımını rahatlatan şehrimin para akışı da bu kadar rahat mı? Şu soruyla başlayalım: şehre para nerelerden giriş yapar?
Üretici sattığı üründen (Mal veya hizmet) para kazanır.
İşçi çalıştığı üretim işletmesinden aldığı ücretle para kazanır.
Memur aylık maaşı ile gelir elde eder.
Rantçı bankadaki parasının getirisiyle gelir elde eder.
Öğrenci ailesinden gelen katkıyı, burslarını gelir olarak kullanır.
Kamu kurumları hazineden gelen ödeneği, desteği, hibeyi şehir ekonomisine aktarır.
Tüm bu para giriş kanalları bir şehir için kan dolaşımı kadar önemlidir. Üretici için çevre yolu demek; Meyve Sebze Hali, Organize Sanayi Bölgesi, Galericiler Sitesi, Ticaret Borsası, Hayvan Pazarı, Buğday Borsası demektir. Ürettiği ürün için Pazar riski, fiyatlama riski, tahsilat riski, nakliye sorunları, depolama sorunları, lojistik ihtiyaçları, üretim/tüketim zaman uyumsuzlukları, hammadde temin belirsizlikleri, kalifiye işçi temin etmede karşılaşılan zorlukların giderilmesi gibi unsurlar üreticinin rahat hareket etmesini ve daha yüksek gelir elde etmesini sağlayacaktır. Organize sanayi bölgesi nerede? Ulaşım nasıl sağlanıyor? Kaç tane büyük ölçekli profesyonel çalışan soğuk hava depomuz var? Lojistik firmalarımızın sayısını araştırdınız mı? Meyve sebze halinde depolama koşulları ne durumda? Hayvancılık OSB’de üretilen ürünlerin çeşitliliği yeterli mi? Mobilya OSB’miz var mı? Gıdada ürettiğimiz ürünlerin % kaçını işleyebiliyoruz?
Üretici için bankacılık işlemleri, para akışının stabilize yol / asfalt yol / duble yol mahiyetini belirler. Bankacılık işlemlerinden alınan masraflar, işlem hızı, kredi karşılığında istenen teminatların niteliği, kredi çeşitliliği, bölgesel yatırımları fonlayabilecek kredi türleri, bölgesel krizlerde takınılacak kredi tavırları, şube kanallarının konum etkinliği, banka çalışanlarının bölgesel bilgi ve tecrübesi üreticiye olan para akışının hızını ve verimliliğini belirleyecektir. Bankaların girişimcilik veya yatırım şubelerine bakın. 56 banka şubesi var şehrimizde, 40 kadarı merkezde (sayı son zamanlarda değişmiş olabilir). Şube başına 2014 yılı itibariyle 10.000 civarında kişi düşüyor. Bunların kaç tanesi girişimciliği, yatırımcılığı, üretimi doğrudan destekleyebilecek nitelikte bir yapıda ve bu konularda tecrübeli kalifiye personel istihdam ediyor? Ayrıca, Elazığ’da kişi başı ortalama toplam mevduat rakamları 2009 yılında 2.412 TL iken 2014 yılında 4.574 TL olmuş, Elazığ ilinde 2009 yılında kullanılan kişi başına nakdi kredi tutarı 1.900 TL civarlarında iken 2014 sonu itibariyle kullanılan toplam nakdi Kredi tutarı 7.792 TL olmuştur. (Kaynak Fırat Üniversitesi Harput Araştırmaları Dergisi Cilt: II, Sayı:1, Elazığ, 2015). Kredilerin çok önemli kısmı tüketici kredileri olup yatırıma aktarılan tutarın ise tamamına yakını enerji sektörüdür. Yani bankalar ya tüketimi doğrudan desteklemiş ya da devlet destekli bir sektörü, hiç riske girmeden desteklemiştir.
Çalışanlar için ilk sorulması gereken istihdam durumudur. Çalışmak isteyip de mevcut ücret seviyesinde iş bulamayanların sayısı ne kadar fazla ise şehre giren para o kadar azalacaktır. Ücret geliri olmayan bir işçi hemşehrimizin şehir içindeki tüketime de katkısı azalacaktır. Çalışanlar için bir diğer sorun mevcut işler için yeterli iş tecrübeleri olmaması nedeniyle işsiz kalabilmeleridir. İŞKUR gibi kurumların bu sorunu zamanında ve iyi analiz ederek çözmesi sadece iş sahibi yaptığı hemşehrimize değil tüm şehrin ekonomisine, para akışına olumlu katkıda bulunacaktır. İŞKUR ve Belediyemizin gayretleri hangi iş kolunun kalifiye çalışan ihtiyacını giderebiliyor? Yoksa il dışından, hatta ülke dışından çalışanlar mı getirtiyoruz.
Memurlar ve kamu çalışanları için iş tercihi şansı pek yoktur. Şehir tercihi yaparlar. Neden Elazığ? Yeteri kadar sağlık imkanı varsa, yeteri kadar eğitim olanağı sunabiliyorsanız, ikamet edilecek uygun mahalleriniz oluşmuşsa, sosyal alanlarınız, sinema, tiyatro, alışveriş olanaklarının yeterliliğini sağlayabildiyseniz tercih edilirsiniz. Yazın ve baharın keyfini bahçelerimizde çıkarırken Elazığ dışından gelip burada görev yapan kamu çalışanlarının bahçeleri olmadığını unutursanız bir Kültür Park yapmak çok geç aklınıza gelecektir. 
Ranttan elde edilen geliri de hesaba katmalıyız. Faiz olur, kar payı olur, kira olur. Burada hassas soru şu? Rantçının elde ettiği gelir yeniden bankaya mı yatıyor? Sanırım cevabı bizim şehrimiz için evet.
Kamu kurumlarının ödenek ve desteklerinden taze ve zahmetsiz para akar şehirlere. Gelen ödenek harcanırken şehir esnafı, tüccarı rahat nefes alır, taze para girer şehre. Bu ödenek ve destekler doğru kişilere ve zamanında aktarılırsa taze kan olur şehir ekonomisine. Son dönemde 100 milyonlarla ifade edilen hibeler aktı şehrimize.
Bir şehir için gelir kanalları çok daha çeşitlendirilebilir elbette. Başlıcalarına değindik. Her birini şehre pompalanan taze kan farzedelim. Önce bu taze kanın şehre ulaşmasını kolaylaştıracak yollar üzerinde durmalıyız. Bu yolları çevre yollarında olduğu gibi kolaylaştırırsak şehre girecek paranın kendiliğinden artmaya başlayacağını göreceğiz.

Bir şehre çok para girmesi tek başına yeterli olmayacaktır elbet. Sonraki yazımızda da şehre girişi sağlanan paranın tüketim tarafına bakacağız. Çünkü Şehrin gelir seviyesini kalıcı olarak arttırabilmek için, yukarıda başlıcalarına değindiğimiz gelir sahiplerinin harcamalarının mümkün olan en yüksek oranda yerelde yapılmasını sağlamamız gerekiyor.

PARA NEREDE? (1)

Merhaba güzel şehir.
Merhaba güzel şehrin yeni gazetesi.
Biz sende yüreğimizden bir parça bırakarak adımladık tüm yurdu, tüm avrupayı, tüm dünyayı. Adımlarımız döndü dolaştı, yine sana taht kurdu ey güzel şehir.
Bir şehir için en az güzel olmak kadar önemlidir güzelliğini koruyabilmek…
Bir şehrin, hele böyle güzel bir şehrin yaşamak için neden daha az tercih edildiği başta o şehrin sakinlerince sorgulanmalı değil mi? Nerede hata yapıyoruz? Bu soruyu sıkça sordum kendime ve bulduğum cevaplardan en önemlisiyle başlamak istedim: Şehrin iktisadi damarlarında dolaşan Para Nerede?
Bir şehrin yolları düzgün olursa ulaşım daha kolay ve hızlı olur. Aynen öyle de bir şehirde paranın dolaşım kanalları çok önemlidir. Tek tek planlanmalı ve şehirde dolaşan her bir kuruş için “Bu kuruşu nasıl şehir ekonomisine kazandırabiliriz?” sorusu sorulmalıdır.
Önce şu tabloyu inceleyelim: 1990 yılında 272 bin olan nüfusumuz 2007’de 541 bin ve 2014’e geldiğimizde 568 bin. Bize yakın illere baktığımızda üzücü bir tablo karşımıza çıkıyor:
Erzurum 1990 yılında 274 bin olan nüfusunu, 2014’te 763 bine çıkarmış, Diyarbakır 1990’da 472 bin olan nüfusunu 2014’te 1 milyon 635 bine çıkarmış, Malatya 1990’da 330 bin olan nüfusunu 2014’te 769 bine çıkarmış, Gaziantep 1990’da 422 bin olan nüfusunu 2014’te 1 milyon 889 bine çıkarmış, Bingöl 1990’da 95 bin olan nüfusunu 2014’te 266 bine çıkarmış.
Evet, yaşamak için güzel ilimiz çevre illere göre daha az tercih ediliyor.  Nedeni şu istatistikte gizli: son bir yıldaki istihdam artış oranında ülke genelindeki sıramız %3,2 ile 50. Ülke geneli ortalama %4,3.
Şehir ekonomileri bölgesel yapıdadır. Havaalanı, üniversite, büyük kamu yatırımları, iletişim merkezleri, barajlar, alışveriş merkezleri, organize sanayi bölgeleri ne kadar etkilerse bir şehrin ekonomisini, buralarda el değiştiren paranın gittiği yer de o kadar etkiler.
Her alış verişinizde ödediğiniz para mal veya hizmet aldığınız kişinin geliri olur, yani başka bir Şehir sakininin. Alışveriş yaptığınız yer kazandığı parayı yine bu şehirde harcarsa işte o zaman aynı miktardaki para ikinci kez bir başkası için kazanç olur. Yok eğer kazandığı parayı Elazığ dışında harcarsa işte o zaman kazanç zinciri kırılmış olacaktır.
Kendini besleyen ekonomik halkalara ihtiyacımız var. Paranın akış kanalları otoyollar gibi, birbirine bağlantıları çok dikkatle hesaplanıp Elazığ ekonomisine yön verilmeli. Parayı kontrol eden, parayı şehrinde en fazla süre tutabilen iller kalkınıyor.
Şehrimize yapılan her yatırımı saygıyla karşılıyoruz, ama hepsini kazancını aktardığı yer olarak sorgulamalı değil miyiz? Şehrimizdeki öğrencilerin, memurların, işçilerin, turistlerin, yurt dışındaki işçilerimizin, esnafın, sanayicinin harcadığı para nereye akıyor? Ne kadarını Elazığ’ın ekonomisinde tutabiliyoruz?
Gıda, giyim, eğlence, sağlık, ev eşyası, eğitim, ulaşım, haberleşme harcamalarının ne kadarını yerel aktörlerimiz üretiyor veya ticaretinden doğrudan para kazanıyor, bunu sorgulayarak paranın akışını tespit etmeliyiz. Gıda alışverişlerimizde harcadığımız paralar şehrimizdeki çok sayıdaki ulusal marketçe İstanbul’a aktarılıyorsa, en basit sebze meyveyi bile başka illerden getirtip satın alıyorsak, giyim alışverişlerimizde harcadığımız paralar Elazığ’daki banka şubelerince doğrudan İstanbul’daki hesaplara akıyorsa, otogardaki-havaalanındaki ulaşım ağında harcadığımız paralar Elazığ’ımıza hiç uğramıyor, sadece egzoz dumanını bırakıyorsa; kendimize ait mobilya markaları şehrin en dışında kendine yer bulabiliyor, her mobilya alışverişimizde Kayseri’ye, Ankara’ya tonlarca para aktarılıyorsa… sağ olsun, yılarını yurtdışında üç beş kuruş kazanmaya adayan halk arasındaki ifadesiyle “alamancılarımızın” da aktardığı paralar yetmez bize ey halkım.
Elazığ’ımızın mal ve hizmet üreticileri, tüccarları, esnafları; neden bu halk sizi daha fazla tercih etmiyor? Sorgulayın kendinizi. Eksiklerinizi bulun, giderin lütfen. Ve ey bu şehrin güzel insanları, yaşamak için buradayız hepimiz, kendimiz/kentimiz olarak güzeliz, kendimizi/kentimizi severek huzur buluruz, kendimizle/kentimizle barışık olarak mutlu olabiliriz. Kentimizden olanı, gerektiğinde “taş basarak yüreğinize”, elimizle tutup kaldırırsak birlikte kazanırız.
Asla bir milliyetçilikten bahsetmiyorum. Ayrımcılık ise kesinlikle değil. Her yatırıma, her esnafa sonsuz saygım var. Ama önce can ey dostlar, önce can. Kendiniz/kentiniz olarak var olamazsanız, güzel şehrinizin çevre komşuların ardında kalışını böyle hazin hazin izlemeye devam ederiz.
Paranın gittiği yerleri takip edeceğiz bu yazı dizisinde. Kaçakları bulup yeni fırsatları sunacağız, hem yatırımcısına hem yetkililere. Haydi rastgele…