3 Haziran 2016 Cuma

FAİZ ORANLARI DÜŞERSE

Yeni hükumetimiz ile birlikte ekonomi yönetimi de değişti.
Yakın zaman önce Merkez Bankası Başkanı da değişmişti.
Küçük küçük faiz indirimleri de gelmeye başladı.
Peki, faizler düşerse ne olur?

Faiz, başkasına ait parayı kullanmanın karşılığı ödenen bedeldir. Parayı bir mal gibi düşünürseniz, başkasının malı olan parayı kullandığınız için ödediğiniz kiradır faiz. Bir malın kira bedelini o malın değeri belirler. Mal değerli ise kira bedeli de yüksek olur. Şimdi buradan yola çıkarak Faizlerin düşmesinin ne anlama geldiğini bir daha değerlendirelim.

Diğer ülke paraları da o ülkelerin mallarıdır. Her ülkenin parasının piyasada bir değeri vardır. Bir finans kuruluşundan kredi ve benzeri parasal talepte bulunduğunuzda Türk Parası veya Döviz türlerine göre farklı faiz oranları talep ederler. Her bir para biriminin kendi fiyatı oluşmuştur.

Faiz oranları serbest piyasada belirlenir. Merkez Bankaları bu oranları doğrudan değiştiremezler. Merkez Bankası, Piyasaya daha düşük oranda para borç verirse piyasa faiz oranlarının da düşeceğini öngörür. Böyle bir durumda, sizin ülkenizin merkez bankası borç verdiği paralara uyguladığı faiz oranını, -diğer fiyatlar ve koşullar değişmeksizin- düşürürse parasının değerini diğer para birimlerine karşı düşürmüş olur. (Bu sonuçlar diğer para birimlerinin serbest olarak işlem görebildiği açık piyasa için geçerlidir). Artık, sizin paranızı alıp kullananlar daha az faiz öderler, siz diğer para birimlerini alıp kullanırsanız nispeten daha fazla faiz ödemiş olursunuz.

Türk Parasının faiz oranının düşmesi sonucu, TL kredi kullanacak kişiler için kredi maliyetleri düşmüş olur. Daha fazla kredi kullanarak, daha fazla tüketim ve daha fazla yatırım yapabilirler. Ayrıca, paranızın değeri düştüğü ve malların fiyatları değişmediği için, dış alıcılar sizin mallarınızdan artık daha fazla talep ederler ve böylece ihracatınız artar.

Bu arada başka neler olur?

Bir Dolar artık daha fazla TL ye karşılık gelir. Yani kurlar yükselir. İthal ürünler daha fazla maliyetli hale gelir.

Yurt içinde tüketim artınca mal fiyatları da artar ve enflasyon oranları yükselir.

Bunlar güzel şeyler, neden hemen faizleri düşürüp ekonomimizi canlandırma konusunda bir fikir birliği yok?

Diğer etkileri sorgulayınca, faizleri düşürmenin tek başına işe yaramayabileceği ihtimali ortaya çıkıyor:

Mesela, uzun yıllardır 5-10-15-20-25-30 yıl vadeli TL ve Dövize endeksi borçlanma yapan Hazinemizden borç kağıdı alan yatırımcıların ellerindeki tahviller, faizler düşünce değer kazanır. (Tahvil fiyatı piyasa faizi beklentisi ile ters orantılıdır) Bu tahvillere sahip olanlar faiz oranına ek olarak faiz farkından da para kazanırlar. Mevcut yerli tahvile olan talep artacak, yeni çıkarılacak tahvile olan talep düşecektir (faizin daha fazla düşmeyeceğine inanılan noktada).

Merkez Bankası faizleri düşürünce, bankalar daha düşük faiz oranlarıyla Merkez Bankasından borç alabilecekler, ama piyasaya daha düşük oranlarda para vermeyeceklerdir. Çünkü, ülkemizde para talebi hala çok yüksektir. Kredi talepleri soğutulamamıştır. Mevduatın krediye dönüşüm oranı %120 seviyesindedir. Kısacası, halkın tasarrufu yetersizdir. Dışarıdan yeniden para girişi gerekecektir.

Faiz, Merkez Bankasının para politikasında istikrarı sağlaması için en etkili silahıdır. Öyle bir zaman gelir ki faizi düşürerek ekonomide ciddi bir canlanma sağlayabilirsiniz. Ya da ekonomideki aşırı ısınmayı faiz oranlarını yükselterek durdurabilirsiniz. Üretim artışının olmadığı böyle dönemlerde faiz oranlarını düşürmek, mermileri boşa harcamak olabilir.

Merkez Bankası borç verme faiz oranlarının düşmesi sonucu dolaylı olarak tüketim talebi artacak ve bu da yeterli üretim artışı sağlanamaması durumunda mal ve hizmet fiyatlarını arttıracaktır. Yani enflasyon yükselecektir. Enflasyon ile ilgili bir kontrol politikanız varsa bu sekteye uğrayacaktır.

Şimdi, bu sonuçları birlikte düşünürsek;

Ülkede tüketim ve yatırımı arttırmak amacıyla faizleri Merkez Bankası aracılığıyla düşürürseniz:
Ülkede üretim ve tasarruflar artmadan kontrolsüz bir biçimde faizi düşürürseniz, kurlar yükselir, enflasyon yükselir, tüketim harcamaları artar, borçlanmalar artar, tahvil sahipleri daha fazla zengin olur, merkez bankası müdahale gücünü kaybeder.

Merkez Bankası, yükseliş eğiliminde olan enflasyonu düşürmek için piyasadan para çekmek isteyecektir. Daha fazla yeni iç tahvil satmak isteyecek, bu durumda tahvil faizleri yükselecektir.

Merkez Bankası, döviz kurlarının artışını yavaşlatmak isteyecek, bunun için piyasaya döviz satacak, rezervlerini eritecek, piyasadaki TL yi geri çekecektir. Ekonomiyi canlandırmasını beklediği piyasadaki para artışını bu kez kendisi eritecektir.


Anlaşılan o ki, faiz indirmek gereklidir. Ancak, Merkez Bankası, piyasadaki düşüş eğiliminde olan faiz oranlarına öncülük etmek amacıyla borç verme faizini düşürürse en doğrusunu yapmış olur. Aksi durumda, mevcut gücünü ve kaynaklarını hiç yere heba etmiş olur.

19 Aralık 2015 Cumartesi

Ekonomik İstikrar Nedir? Neden yakalayamıyoruz?

İstikrar kelime anlamı olarak “Aynı kararda, aynı biçimde sürme, kararlılık, stabilizasyon, denge” gibi anlamlara gelmektedir.
Ekonomik istikrar ise; ekonomik büyümenin uzun yıllar boyu çok fazla aşağı yukarı hareket etmeden sürdürülebilmesi, işsizliğin düşük oranlarda tutulması, fiyat artışlarının, bütçe açığının, borçlanmanın, dış açığın kontrol altında tutulabilmesi ile sağlanacak bir durumu ifade eder.
"Sürdürülebilir Büyüme" için üreterek büyümek şarttır. Bir ülke ekonomisi üretmeden de bir müddet büyüyebilir. Dış malları içerde bol bol tüketerek büyüyebilirsiniz. Dış tasarrufları yasal ya da yasal olmayan yollarla iç piyasaya sokup bir müddet büyüyebilirsiniz. Bir kısım sektörleri özellikle destekleyerek (konut vb) bir müddet büyüyebilirsiniz. Ancak, belli bir dönemde üretim artışının büyüme içindeki payı arttıkça, büyüme; fiyat artışları, bütçe açığı, dış açık gibi sorunlara neden olmaksızın sürdürülebilir bir niteliğe kavuşmaktadır.
Üretime dayalı istikrarlı bir ekonomik büyüme için ise üst perdeden yürütülen para, maliye ve gelir politikalarının senkronize bir uyum içinde olması, piyasa ekonomisinin çalışmasını bozmaması çok önemlidir. Bu da ekonomik yönetimin istikrarlı bir siyasal yönetimle desteklenmesini gerektirir. Siyasal istikrar, ekonomik istikrarı sağlayabilmek için önemli bir gerek şarttır ama gerekli olan tek şart değildir.
Siyasal istikrar, siyasal iktidarın, toplumdan aldığı yetkiyle, yasal düzenlemeleri yapması, ülke yönetimini istikrarlı bir biçimde yürütmesi ve yaptığı işlerde halkın desteğini alması olarak tanımlanabilir.
Siyasal istikrarın tek başına sağlanması, ekonomik istikrarın sağlanması için yeterli değildir. Buna ilave olarak sosyal istikrarın da sağlanması gerekmektedir. (Mahfi Eğilmez)
Sosyal istikrar, bir arada yaşayan toplumun bir arada yaşama duygu ve düşüncesinin yara almadan uzun süre devam ettirilmesinin sağlayacak etkenlerin uygulanabilmesi ile mümkündür. Toplumların bir arada yaşayabilmesini sağlayan temel unsurlar uzlaşma ile belirlenir. Birlikte yaşama sanatı olarak da adlandırılan bu unsurlar bütünü, yönetim biliminin 21. Yüzyıl için olmazsa olmaz gördüğü başarı kriterleridir. Ekonomik, sosyal, siyasal sınırların ortadan kalktığı bu iletişim çağında toplumları bir arada tutak klişe değerlerin çok ötesine geçip “Uzlaşma” yöntemini uygulamak zorundayız. Uzlaşmanın da çok sayıda yolu var elbette. Amacımız ekonomik istikrar ise, uzun süre toplumu bir arada uyumlu olarak yaşamaya adapte edecek değerler ortaya koymak gerekir. Zorla, zorbalıkla bu biraradalık istikrar için yeterli olmayabilir.
Öyleyse, ekonomik istikrar için öncelikle siyasal ve sosyal istikrarı birlikte sağlamalıyız. Bunlardan birisindeki eksiklik bizim ekonomik istikrarı yakalayamayışımızda etkili oluyor olabilir.
Bunlara ek olarak, siyasal ve sosyal istikrarını sağlamış bir ekonomide, ekonomik istikrar için de olmazsa olmazlar vardır. Nedir bunlar?
Normal şartlar altında, rekabetçi bir piyasa ekonomisinde çok fazla düzenleme olmaması gerekir. Eğer, piyasa ekonomisi sürekli olarak aksıyorsa ve tam rekabet piyasasının şartlarını oluşturamıyorsak, bu amacın dışına çıkmamak koşuluyla ve geçici nitelikte bir kısım düzenlemeler yapılabilir.
Bunların en başında asimetrik bilgi dağılımını minimize etmek gelir. Mesela, bir rant getirecek imar planından tüm ekonomik aktörlerin haberdar olmaması ekonominin rekabetle işleyişini bozar. Konut müteahhitleri arasında bir kısmına arazi tahsisi yapıp maliyet avantajı sağlıyorsanız sektörün kalanındaki rekabete dayalı işleyişi bozarsınız. Düzenleme yapayım derken göz çıkarabilirsiniz.
Siyasal rakip, sosyal rakip olabilir ama, ekonomik rekabetle bunlar asla birbirine karıştırılmamalıdır. Ekonomik rekabet ve üstünlükler siyasal ve sosyal alanda nasıl asla kullanılmamalı (siyasi ekonomik kararlar veya zenginlerin medyası örneği) ise, aynen öyle de siyasal veya sosyal üstünlük alanları asla ekonomik rekabet üzerinde kullanılmamalıdır.

6 Aralık 2015 Pazar

Yabancı Para Mevduatta İlginç Hareketlilik

Piyasalardaki sıkışıklık hepimizi tedirgin ediyor. Piyasaları takip edip önceden olabilecekleri kestirmeye çalışıyoruz. Piyasanın büyük oyuncuları bu takibi çok daha iyi yapabilirler. Onlar bu aralar ne yapıyor dersiniz…
Teknik takibe aldığım bir kısım kalemleri birleştirerek çıkardığım sonuçları sizinle paylaşıyorum.
İlk veri BDDK’dan (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu): Aşağıdaki grafikten de görüleceği gibi son 2 ay içinde özellikle yabancı para mevduatı ciddi düşüş göstermiş.

Daha detaylı baktığımızda, aşağıdaki tablodan görüleceği gibi, 02.10.2015 tarihinde özel ve kamu bankalarındaki Türk Lirası ve yabancı para mevduat tutarları toplamda %3,2 oranında düşmüş. Bu düşüşte yabancı para mevduatının etkisi %5,74’lük düşüşle TP’ye göre neredeyse 5 kat fazla olmuş. Yabancı para son iki aydır bir yere mi gidiyor? Bu gidiş seçimden sonra hala neden devam ediyor?

Bunlarla beraber TCMB (Merkez Bankası) döviz kuru verilerine bakıyorum.
01.10.2015 de Euro alış 3,39 TL ve USD alış 3,02 TL seviyesinde. 26.11.2015 tarihinde ise Euro alış 3,06 TL ve USD alış 2,88 TL seviyesinde. Son iki ayda döviz kurunda Euro alış için %10 ve USD alış için %5 seviyesinde düşüş yaşanmış.
Döviz satışı arttıkça döviz kuru düşmesi iktisat politikalarına da uygun bir hareket.
Biraz daha derinlemesine bakınca bir şey daha görüyoruz, Türkiye Bankacılık Sektörünün yırt dışı bankalara olan borcu 02.10.2015 tarihinden bu yana 22 Milyar TL düşmüş, yani Türk bankacılık sektörü dış piyasadan daha önce aldıkları borcu bu dönem ödemişler. Hem de 10. Ayda daha fazla… Kurlar yüksekken döviz borcu ödemek biraz garip değil mi? Ancak, TCMB verilerine göre bankacılık sektörünün dış borçları 15 Milyar TL artmış. Yani Türk bankaları dış bankalara borç ödeyip başka kanallardan daha fazla borçlanmışlar.
Piyasayı bu veriler ışığında tekrar değerlendirecek olursak; ciddi bir döviz mevduatı çıkışı var, önemli kısmı büyük aktörlerce gerçekleştiriliyor, Eylül ayının ilk günlerinde başlayan döviz çıkış hareketi seçimlerden sonra da sürüyor.
Özetlersek:
1-      TL ve Döviz mevduatı tutarları düşüyor
2-      Döviz mevduatı tutarı daha hızlı düşüyor
3-      Tasarruflarımız eriyor
4-      Döviz kuru düşüyor
5-      Bankacılık sektörü yurt dışı bankalara borçlarını ödüyor
6-      Bankacılık sektörü dış bankalar dışında dışarıdan borçlanıyor
7-      TL değer kazanıyor
8-      İhracatçımız zarar görüyor
9-      İhracatta düşüş sürüyor
10-  İthalatta da düşüş sürüyor
11-  TCMB döviz rezervi düşüyor
12-  Ödemeler dengesinde kaynağı belirsiz ciddi para girişi var
Öyleyse şunları söyleyebiliriz:
Ekonomide iki ay önceden bizim öngöremediğimiz, başkalarının öngörebildiği bir döviz mevduatı çıkışı söz konusu. Dövizin sahibi yurt içi veya yurt dışı yatırımcılar ise, her ikisi de dövizde ve de bankalarda kalmamayı tercih etmiş görünüyorlar. Para ya ceplerinde duruyor, ya da dış borç ödüyorlar. Yani risk azaltıyor ya da fırsat kolluyorlar. Biz de dikkat edelim.



13 Kasım 2015 Cuma

Küçük İşletmeler İçin Kriz Rehberi

Seçim sonrası, ürkek ürkek de olsa, içimizden gelen sesler dışarı vurulmaya başlandı. Hani diyor ya bitanesi, yüze vurur ifadesi, bitanesi…
Şu firmanın durumu vahimmiş, ötekinin ise vay haline… Yok efendim, bu taraftaki fabrikada ise üretim durmak üzereymiş falan, filan. Kriz cümleleri yani… Kulak asmamak lazım bence. Korkunun ecele faydası yok. Hazırlıklı olmak lazım. Ticarette kazanmak da var, kaybetmek de.
Bizde işletmelerin %90’ı kobi ölçeğinde küçük şirketlerdir. Ülkenin önde gelen sanayi ve ticaret devleri için kriz ne ifade ediyorsa bir mahalle bakkalı için de aynı şeyi ifade eder. Para girişiniz para çıkışınızı karşılayamıyorsa krize yolculuk başlamıştır.  
 “Para dönmüyor pirim!” şeklindeki muhteşem piyasa analizlerinin yanı sıra “hele bir seçim geçsin bakalım” dua ve niyazlarını çok sık duyduk son 2-3 ayda. Oysa doğru olan gidişatı tarafsız olarak okuyup, basiretli bir tacir gibi davranmaktı.
Olur ya, yine de böyle bir kriz ihtimali hissedeniniz varsa, işe yarayacağını düşündüğüm bir iki kurtuluş reçetesi sunmak isterim.
Aldığınız hammaddeyi, ara malını ya da ticari malı hangi vadede paraya çevirebiliyorsanız – kimi işletme için 1 hafta, kimisi için 1 ay, kiminde 6 ay, kiminde ise 1 yıl olabilir – o süreyle sınırlı olarak para giriş çıkışınızı karşılaştırın. En az bu sürenin 3 katı kadar daha “bugünkü şartlar değişmeyecekmiş gibi varsayarak” simülasyon yapın. Ne kadar para alacaksınız, ne kadar para vereceksiniz. Ekonomi literatüründe “Nakit Akışları” dediğimiz husus.
Aradaki fark, pozitif ise kriz size vız gelir. Siz krizleri fırsatlara çevirebilecek “Fırsatçı Şirket” yapısındasınız.
Yok eğer aradaki fark negatif ise o zaman farkın büyüklüğüne bakın. Aradaki fark, sahip olduğunuz ve rahatlıkla paraya çevirebileceğiniz (burada kesinlikle banka kredilerini dikkate almayın) varlıklarınızdan az ise, yine krizden korkmanıza doğrudan bir neden yok. Siz krizlerde ayakta kalabilecek “Sağlam Şirket” statüsündesiniz.
Aradaki fark negatif ve ise, sahip olduğunuz ve rahatlıkla paraya çevirebileceğiniz (burada kesinlikle banka kredilerini dikkate almayın) varlıklarınızdan fazla ise, sakin olun, tedbir alın. Siz krizde yok olmaya aday “Kaygan Şirket” konumundasınız.
Fırsatçı Şirketlerin, kriz yaklaşırken ve kriz zamanında, doğrudan sermaye kullanımı gerektiren, geri dönüşü ekonomik krizden etkilenebilecek türde hiç bir yatırıma girmemeleri doğru olacaktır. Krizi fırsata çevireyim derken kriz ortamını da olumsuz yönde desteklemiş olurlar. Oysa, krizde olan işletmelerin kısa vadeli beklenti olmaksızın satın alınması, kısa vadeli borçların bir kısmının erken ödenmesi, krizde olan sektörün başarılı firmalarıyla ortaklıklar yapılması gibi sermayeyi hareketlendirecek yatırımlar yapılması, hem yeni fırsatlar ortaya çıkaracak, hem de piyasanın herkesi etkileyen kriz dalgalarını hafifletecektir.
Sağlam Şirketler ise, sahip oldukları varlıkları, krizden önce, yani henüz değerleri yerindeyken nakde dönüştürmeleri yerinde olacaktır. Kısa vadeli tüm ödemelerini karşılayabilmelidirler. Krizi başlatan etkenleri tam ortaya koymak mümkün olmayabilir, ancak, krizi derinleştiren etken tam da bu Sağlam Şirketlerdir aslında. Kolaylıkla varlıklarını nakde çevirme imkanı varken, bundan geri dururlar. Son ana kadar dayanır beklerler. Bıçak kemiğe dayanınca harekete geçerler ama o zaman da iş işten geçmiş olur. Oysa, ilk sinyaller alındığında varlıklarını satabilselerdi, krizden etkilenmeden çıkabilirlerdi. Bu davranışlarıyla kendileri kaybedip piyasayı da olumsuz olarak etkilerler.
Kaygan Şirketlere gelince, kaçınılmaz sonu kabullenmek en karlı seçenek gibi görünüyor. Kriz öncesi dönemdeki başarılı performansı sürdürmenin tek yolu taze nakit girişidir. Bunun yolu olarak bir bankayı tercih etmek açıkça intihar olacaktır. Onun yerine, belki de yılların emeğiyle bugünlere getirdiğiniz işletmenizin değerinden yüklüce fedakarlık ederek ortaklıklar kurmanız gerekecektir. Diğer bir alternatif ise geç olmadan küçülme kararı almak, nakit dengesini kurmaya yetecek kadar bazı uzuvlardan vazgeçmek olacaktır. Kangrenin yayılmasını önlemek gibi düşünün…

Evet, esnafın ödeme performansına vurur ifadesi… bitanesi… Tüccar, sanayici, iş adamı olan sizsiniz. Piyasayı koklayın, kendiniz yoklayın ve basiretli bir tacir gibi davranın.

25 Ekim 2015 Pazar

Borçlanma Aritmetiği

Borç yiğidin kamçısıymış. Gün gelir, yiğitlere de kamçı gerekir diyor yani atalarımız.
Borçlu ölmemek de gerek tabi.
Yiğitleri, alperenleri, önderleri, liderleri, efeleri, ağaları, reisleri, şeyhleri ile şahlanan Anadolumuzun borç yükü gerçekten de tam bir kamçı gibi.
Harcamalarınızın tutarından daha az geliriniz varsa tek çareniz borçlanmaktır. Ya vadeli alış yaparsınız, ya da bir yerden para borç alırsınız.
Kişiler borçlanabildiği gibi, devletler de borçlanabilir. Kişiler borçlanınca, yer içer gezerler ve borç çocuklarına ya da varislerine kalır; tabii eğer mirası kabul ederlerse. Devletler borçlanınca, icraat yapar, hüküm sürerler ve borç yükü sonraki neslin seçmenlerine kalır; mirası reddetme lüksü burada yok elbette.
Borçlanma yapıldığı dönemde para bollaşır, başkasının parası artık sizdedir, refah içinde görünürsünüz. Ekonomik durumunuz şaşalı görünür, altınızda makam araçlarıyla dolaşırsınız. Arkadaşlarla yemeğe gidince parasını büyük bir onurla siz ödersiniz. Borçların ödenme zamanı gelince… o başkaları, bu sefer paralarını ister, o zamana kadar yemeden, içmeden, gezmeden, lüksten kısıp biriktirmediyseniz o borcu ödeyemezsiniz. Kişi olarak borçlandıysanız rezil olursunuz, Devlet olarak borçlandıysanız, iflası çekersiniz.
Basit bir denklem;
Bu yıl hesapladığınız masraflarınız 1.000.000 TL. Bu yıl gelirleriniz 800.000 TL. 200.000 TL 1 yıl vadeli borç aldınız. Bu durumda 1.000.000 TL olan masraflarınızı karşıladınız demektir. Gelecek yıl masraflarınız yine 1.000.000 TL, geliriniz yine 800.000 TL, ödeyeceğiniz borcunuz 200.000 TL. Bu durumda 400.000 TL borç gerekiyor, ve bunu da buldunuz, 400.000 TL 1 yıl vadeli borç aldınız. Sonraki yıl masraflar 1.000.000 TL, Gelir 800.000 TL, ödenecek borç 400.000 TL, borçlanma ihtiyacı 600.000 TL.
Bu borç artarak devam eder gider. Bu gidişi durdurmak için masraflardan kısmak ya da gelirleri arttırmak zorundasınız.
Ama sihirli bir yol var, bunu sizinle gizli gizli paylaşayım.
Kimseye söylemek yok, tamam mı?!
Borcun vadesini uzatın. Mesela 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl vadeli borç alın.
Siz aldığınız borçla, yiyin, için, gezin, dağıtın, hayır yapın… borcun vadesi geldiğinde o zaman hayatta olanlar düşünsün, size ne!
Mesela, şahsınızın veya devletin yıllardır ortaya koyduğu mücadele sonucu edindiği itibarı kullanarak 2020, 2021, 2024, 2033, 2040, 2043, 2045 yıllarına kadar vadeli borçlanma yapın. Ev, araba, ihtiyaç kredisi, borç para alın. Uzun vadeli borçlandığınız için mevcuttaki aile fertleriniz, seçmenleriniz sizi alkışlasın. Torunlarınız ve de 2040’taki seçmenler ne der bilemem artık!
Bu sihirli yolu kullanan başkaları da var diye duyumlar aldım, ama araştırmak için pek fırsatım olmadı. Kendi borçlarımı düşündüm, evet galiba ben de bu yöntemi yıllardır uyguluyormuşum, ama bankalar uyandılar artık, maalesef bana kredi vermiyorlar. Benim torunlar kurtuldu gibi. Geçenlerde sözüne itibar ettiğim bir arkadaşım, “devlet bu sihirli yolu çoktan keşfetti, Hazine Müsteşarlığının web sitesine gir bak, borçlanmaları ve vadelerini görürsün” dedi. Ben çok yoğunum, bu işi de siz yapın artık.

Şirketimizi Büyütmek! Ama Nasıl?

Kim istemez!
Yıllarca emek verip her bir metrekaresi için alın teri döktüğümüz, iğne ile kuyu kazar gibi, her günü ve gecesiyle ızdırabını duya duya bu hallere getirdiğimiz, uykusuz, dinlenmeksizin fedakarlıklarla süslediğimiz, daha da önemlisi “ekmek yediğimiz” teknelerimizi daha da büyütmeyi…
Bir de piyasa koşulları zorlamaz mı her geçen gün… büyüme baskısını hissetmemek mümkün mü piyasada… Büyümelisiniz ki birim maliyetleriniz küçülsün, satış miktarlarınız artsın, karlılığınız yükselsin, pazarda bilinirliğiniz artsın, yurtdışına da göz kırpabilesiniz, teşviklerden daha fazla yararlanabilesiniz, finans bulma imkanlarınız iyileşsin… vs. vs.  
Başınıza gelmiştir; bir telefon…
Yurt dışından bir yatırımcının temsilcisi arıyor…
Bize en az şu kadar ürün lazım, sizde var mı?
Cevap: biz o ürünün alasını üretiyoruz, ama…
Evet, ama, o miktarda ürün nerdeee…!
Kaçtı bir fırsat daha…! Hayallerde tülleniverir “Büyümek” hemen.
Peki ya büyütmek isterken uzun yıllar emek harcayarak kurduğumuz işleyen düzene zarar verirsek… o zaman hüzün pişmanlıkla kol kola girmez mi? Büyük planlar yaparak, sadece bugün değil gelecekte de gelir elde edebilmenin planlarını yapmaya hazırsanız, doğru yol haritasıyla mevcut işinize zarar vermeden büyüyebilirsiniz.
Önce kendimizi tanıyalım. Şirketlerimiz teknik dilde “Aile şirketleri” olarak adlandırılacak niteliktedir. Sadece Türkiye’de değil dünyada da dördüncü nesile ulaşabilmiş aile şirketlerinin sayısı parmakla gösterilebilecek kadar azdır. Aile şirketlerinin 3.kuşağa ulaşma oranı ise yüzde 10 civarında ve ömürleri ise sadece 25 ile 30 yılla sınırlı kalmaktadır.
Aile şirketleri iki şekilde büyüyebilir:
1-      Aile şirketi olarak kalarak
2-     Kurumsallaşarak
Aile Şirketi, hisselerin ya da oy haklarının çoğunluğunun şirketi kuran ya da satın alan kişi ya da bir aile veya akrabalara ait olduğu, halka açık şirketlerde ise: şirketi kuran veya satın alan kişinin (ya da ailelerin) oy haklarının en az %25’ine sahip olduğu ve aileden en az bir kişinin şirket yönetim kurulunda görev aldığı şirketlerdir.
İlk neslim emek ve gayretiyle ortaya çıkan bazı aile şirketleri sahip olunan “yaşam tarzını” sürdürmek için kurulmuş olan şirketlerdir. Eğer şirket aile fertlerine rahat bir yaşam sunabilecek bir gelir getiriyorsa amacına ulaşıyor demektir. Aile şirketleri global gayri safi hasılanın yılda %70 ila %90’ını yaratıyorlar ve dünyadaki şirketlerin %75’e yakını aile şirketi. Aile ya da aileler tarafından kontrol edilen kayıtlı şirketlerin oranı Avrupa Birliği’nde %50, ABD’de ise %95’in üzerinde. Ülkemizde bazı büyük ölçekli şirketler bile hala “aile şirketi” niteliğinden kurtulabilmiş değil. Ülkemiz ekonomisinin %95’ini aile şirketleri oluşturmakta. (Kaynak PWC)
Bir aile şirketinde, aile bireyleri arasında normalin ötesinde bir çatışma varsa, bu tartışmalar şirketin performansını etkileyecektir. Diğer taraftan eğer aile içi ilişkiler sağlıklıysa şirketin sağlıklı ve kalıcı olması sağlanabilecektir.
Bir aile şirketiysek ve büyümek istiyorsak bu gerçekleri göz ardı etmemeliyiz. Aile şirketi olarak kalarak büyümek de mümkün, ama kolay değil. Ağaçlar sonsuza kadar gökyüzüne doğru büyüyemez, şirketler de sonsuza kadar büyüyüp gelir getiremez. (Peter Drucker)
Bir aile şirketinin büyümesini sağlayacak ikinci ve en kalıcı çözüm: Kurumsallaşma… neler yapabiliriz?
  • Şirketin, aile ilişkileri dışında ayrı bir kişiliği olduğu kabullenilerek yola çıkılabilir.
  • Dışarıdan profesyonel yönetici desteği alınabilir.
  • İş görevler tanımlanarak adama göre iş değil, işe göre adam çalıştırılabilir.
  • İşletme içi kurallar ve yönergeler belirlenebilir.
  • Bir çalışan ya da bir yöneticinin yokluğunda işlerin aksamadığı bir sistem oluşturulabilir.
  • Kısa-orta-uzun vadeli planlar, stratejiler geliştirilebilir, hedefler belirlenebilir.
  • Yetkiler ve sorumluluklar sınırlandırılabilir ve paylaşılabilir.
  • Nihai kararlar yetki ve sorumluluklar dahilinde istişare ile alınabilir. Kollektif çalışma ruhu desteklenebilir.
  • Şirketimiz kurumsallaştıkça aile içi ilişkilerimizin de bir bakıma kurumsallaşması temin edilebilir. (Aile anayasaları)
Kurumsallaşma için daha detaylı çalışmaları paylaşmak ümidiyle…

Büyüyen İşletmelerde Kontrol Sorunu

İşletme sahipleri olarak önemli bir sorunumuz var: büyümek istedikçe, kendi şirketimizin kontrolünü bir türlü istediğimiz seviyede sağlayamıyoruz.
Bunun bir yolu yok mu?
Var tabi. “İşletme Çapında Otokontrol”
İşletmeler açısından otokontrol, çalışanların ve yöneticilerin, yürüttükleri faaliyetlerin ve aldıkları kararların, işletmeler hedefiyle ve kurallarıyla ne derece uyumlu olduğunu kendilerinin değerlendirerek bir sonuca varmaları ve bu sonuç doğrultusunda kendilerini yönlendirmeleri olarak tanımlanabilir. 
İşletmelerin ne zaman “otokontrol/kendini kontrol etme” isteği duyacağı veya bu isteğin ne zaman zayıflayacağı ve bu isteği karşılamak üzere yürüttüğü faaliyetlerin ölçeğinin ne olacağı bu işletmelerin büyüklüğü/karmaşıklığı ile ilişkilidir. Ancak, tahmin edildiği şekilde doğru orantılı değil ters orantılı olarak ilişkilidir. Şöyle ki;
İşletmelerde 3 taraftan söz edebiliriz:
·         Patron
·         Yönetici
·         Çalışanlar
Patron, işletmenin denetiminden kolay kolay vazgeçmez. İşletme büyüse de küçülse de o hep yöneticileri ve çalışanları denetlemek isteyecektir. Ancak, İşletmeler büyüdükçe, çalışanlar ve yöneticiler otokontrol için daha az istekli olacak ve mevcut otokontrollerin işletilmesindeki etkinlik düzeyi de zayıflayacaktır. 
Otokontrollerin işletilmesindeki etkinlik düzeyinin düşmesinin nedenlerini daha açık ortaya koyabilmek için, işletmeler içinde otokontrolün patronlar dışında kimler aracılığıyla yerine getirilebileceğine bakalım:
·         Kazanç ve performans dürtüsünün yön verdiği kurucular, pay sahipleri ve üst düzey yöneticiler tarafından gerçekleştirilen,
·         Başarı ve terfi dürtüsünün yön verdiği çalışanlar tarafından gerçekleştirilen,
·         İşletme kültürünün bir parçası olarak tüm çalışanlar ve karar alıcılar tarafından gerçekleştirilen,
Yöneticilerden beklenen otokontrolde, işletmelerin boyutu büyüdükçe işletmenin kazancı ve performansı ile yöneticilerin kazanç ve performansı arasındaki doğrudan ilişkinin tespit edilebilirliği zayıfladığı için, yöneticiler işletme çapında otokontrolden kaçınacak, kişisel otokontrol mekanizmalarına sığınacaklardır. İşletmenin karlılığına değil, kendi çalışkanlıklarına sürekli vurgu yapacaklardır. Nasıl olsa işletme bir şekilde hayatını ve karlılığını sürdürebilmektedir.
Çalışanlardan beklenen otokontrolde, başarıları izleyen ve terfilere karar veren yöneticilerin, sayısı artan çalışanlar üzerindeki izleme hâkimiyetinin zayıflaması neticesinde, başarı kıstaslarının işletme hedef ve kurallarıyla kurulması gereken doğrudan bağlantısı zayıflayabilecek, bunun neticesinde de söz konusu kontrol işletme çapında bir otokontrol olmaktan çıkacak ve kişisel bir otokontrole dönüşebilecektir.
İşletmenin bütününün otokontrolü ise, yöneticiler ve çalışanların otokontrollerinde ortaya çıkacak bir zafiyetle doğrudan zarar görecek ve tüm çalışan ve karar vericilerin kendi çıkarlarına yönelmesi ve işletme çapında bir otokontrol uygulamak yerine kişisel otokontroller uygulamalarına neden olacaktır.
İşletme çapında otokontrolün bu şekilde yitip gitmesi elbette ki istenmeyecektir. Çünkü işletme çapında otokontrolün varlığı ve etkinliği bir işletmenin risk önleme maliyetlerinin minimize edilmesine, işletmenin ölçeği büyüdükçe daha yüksek oranda yardım edecektir.  

İşletme çapında otokontrol eksikliğinin hissedilmeye başlandığı durumlarda işletmelerin sahipleri, yöneticileri ve çalışanlarından bağımsız bir “denetim” mekanizmasının kurulmasını ve çalıştırılmasını önerebiliriz. Bunun adı “İç Denetim” olabilir, “İç Kontrol” olabilir, “Risk Yönetimi” olabilir. Çok basit bir özetle; işletme çapında ortak kurallar belirleyip bu kurallara uyulup uyulmadığının takip sorumluluğunu da patron dışında bir çalışan grubuna vermek… dile kolay ama uygulamada zor bir yöntem. Büyük şirketlerin web sitelerine girip iç denetim birimlerini sorgulayın. Sürprizle karşılaşacaksınız.